17 Temmuz 2012 Salı

Türk futbolunun yaşayan efsanelerinden Can Bartu'nun, Erkekçe dergisinin Haziran 1986 sayısındaki olağanüstü röportajını virgülüne dokunmadan yayımlıyoruz. Futbolla az ya da çok ilgileniyorsanız, bu upuzun röportajı mutlaka sonuna kadar okuyun. Hem Can Bartu'yu çok yakından tanıyıp, onunla gururlanacak, hem de Türk futboluna ilişkin çarpıcı görüşlerini, döneminin ünlü yıldızları hakkındaki düşüncelerini ve birbirinden keyifli anılarını öğreneceksiniz...

***

"Tam hatırlamıyorum, ya 1954'tü ya da 1955... Henüz bıyığı terlememiş bir delikanlıydım. Futbol oynamamı ailem engellemek istiyordu. Onlara göre 'serserilerin işi' idi futbol. Yalvardım anneme... 'Ne olur, gel istersen sen de seyret. Bak, top oynadığım arkadaşlarımın hiçbiri serseri değil.' Yakarmalarım karşısında daha fazla dayanamadı ve geldi Suadiye'deki top sahasına... Yedişer kişilik minyatür sahada maç yapıyorduk. Devrin ünlü futbolcuları da oynuyordu. O maç, annemin beni seyrettiği ilk ve son maç oldu. Çünkü beni seyredenlerden biri hayranlığını şöyle dile getirmiş. 'Vay be, ne kadar muhteşem top oynuyor o... çocuğu!..' Yanı başındaki annem bu sözleri duyunca kendi kendine şunları söylemiş. 'Bizim oğlan iyi oynadığı halde bana hakaret ediyorlar. Ya bir de kötü oynarsa, kim bilir neler diyecekler"...

***
Söze böyle başladı Can Bartu... Futbolu noktaladıktan sonra bıraktığı bıyıklarını burarak ve gülerek anlatıyordu 33 sene öncesinin unutulmaz anısını...

Can Bartu anlatadursun, bir başka spor adamına, Hıncal Uluç'un anlattıklarına kulak verelim:

"Yıl 1982... İspanya'da Dünya Kupası finallerindeyiz. Basın merkezinde Hürriyet'ten, Milliyet'ten, Tercuman'dan tam dokuz gazeteci konuşuyoruz. Grup maçları henüz bitmiş ve aramızda Dünya Kupası'nı kimin alacağını tartışıyoruz. Herkesin üstünde birleştiği iki takım var: Arjantin ve Brezilya... İkisinin birden şampiyon olmasına imkân yok. Çünkü aynı gruptalar. Gerçi benim favorim Fransa ama diğer arkadaşlar arasında Fransa diyen yok.

Ortak düşünce: Brezilya ile Arjantin berabere kalır, hangisi İtalya'ya çok gol atarsa, gruptan o çıkar, Dünya Şampiyonu da o olur. O arada bizi bir köşeden dinlemekte olan Can Bartu lafa karıştı: 'Arkadaşlar, siz İtalyan futbolunu sevmediğiniz için İtalya'yı iyi izlemediniz. Şampiyonanın en iyi savunması onlarda... Gerçi şu ana kadar maç kazanamadılar, sebebi meydanda: Gol atamıyorlar. Ama burada da dikkat etmediğiniz bir şey var. İki yıldır boykotlu olan Rossi henüz üçüncü maçını oynadı. Futbola ve takıma yeni yeni alışıyor. Çeyrek finalden itibaren Rossi gol atmaya başlayınca bu sorunları da ortadan kalkacak. Bu gruptan Brezilya ya da Arjantin değil, İtalya çıkacak ve sadece bu gruptan çıkmakla da kalmayıp Dünya Kupası'nın sahibi olacak' dedi ve cevap beklemeden yanımızdan ayrıldı. 

Bir-iki arkadaşımız, onun bu yorumunu 'İtalya'da iki kere topa vurdu diye İtalyanların hayranıdır zaten. Başka bir şey bilmez' diye değerlendirmişti. Bu olayı, Cumhuriyet'teki köşemde yazmış ve Can Bartu'nun favorisinin İtalya olduğunu açıklamıştım. Kendisi
dahil yazan başka kimse de çıkmadı.

Can Bartu'nun tahminleri milim şaşmadan tuttu. İtalya, kendisine gol yağdıracak diye beklenen Brezilya ve Arjantin'i yendi. Arkasından da Polonya'yı... Finalde de Batı Almanya'yı yenip kupayı aldı. Rossi de gol kralı oldu. 'Bu gruptan çıkan şampiyon olur' diyenlerin görüşü doğru çıkmıştı ama gruptan Brezilya ya da Arjantin değil, İtalya çıkmıştı.

Ne var ki, o arada büyük bir fırsatı kaçırdı Sinyor. Çünkü Adidas firması dünya spor yazarları arasında anket yapıyordu. Katılmadı. Anket sonucu, dünyanın bir tek spor yazarı bile İtalya dememişti. En ilgisiz takımlara bile şans tanınmış, ama Arjantin ve Brezilya'nın grubundaki İtalya'ya şans tanıyan çıkmamıştı. Eğer bu ankete katılsaydı, İtalya'nın kupayı kazanacağını tahmin eden tek spor yazarı olacaktı dünya spor yazarları arasında ve bu, ona büyük bir prim sağlayacaktı. Bu olayı kendi gazetesinde de yazmadığı için, Cumhuriyet okurlarından başka bilen olmadı.

Can Bartu, 'İtalya' dediğinde onu daha yakından izlemeye başladım. Maçları yan yana izliyorduk. Maçın 20. dakikasında kaç kaç biteceğini, golleri hangi futbolcuların atacağını söylüyor ve tutturuyordu. Artık iş espriye dönmüştü. 'Ne olur Sinyor, söyleme de rahat rahat maç seyredelim' demeye başlamıştım. Can'ın yaptığı, polisiye filmin sonunda katilin kim olduğunu söylemek gibi gelmişti bana..."

Bu da spor yazarı Can Bartu'ydu... Spora basketbolcu olarak başlayan, basketbolda şimdi sayısını hatırlayamadığı kadar milli olan Can Bartu... Futbolda ise 38 kez Milli Takım formasını taşımış bir adam... 

"Altı sene İtalya'da oynadım. Bu zaman zarfında Milli Takım 47 maç yaptı, ben üç tanesine gelebildim. İtalya'ya hiç gitmeseydim, herhalde altın madalyayı ilk kez ben alır, 90 kere falan da milli olurdum" diyor Bartu... Ve Milli Takım'la ilgili bir ilginç anısını anlatıyor:

"Orta saha oyuncusu olarak sağ kanatta da, sol kanatta da oynadım. Buönemli değil. Ama Milli Takım'ın kalesini de korudum. Romanya'ya 3-0 yenildiğimiz maçta, Turgay sakatlanınca son 25 dakika kaleye geçtim. Eskiden basket oynadığım için bu görevi vermişlerdi bana... Çok güzel kurtarışlar yaptım ama rahmetli B. Ahmet'in attığı gole engel olamadım. Kendi kalemize gol atmıştı Kambur Ahmet..."

1936 yılında İstanbul'da doğan Bartu, Haydarpaşa Lisesi 'nde okurken sporla haşır neşir olmaya başladı. Ama yaptığı spor, futbol değil basketboldu o dönemde... Basketbol Milli Takımı'nın formasını defalarca giydi. Ve bir gün yolu Fenerbahçe'nin basket takımıyla Edirne'ye düştü. O sırada Edirne'de Fenerbahçe'nin genç futbol takımının da maçı vardı. Farklı kaybettikleri ilk maçtan sonra Edirne karmasına karşı oynayacakları ikinci maç için basket takımından iki takviye aldılar.

Biri kaleye geçti, diğeri de santrfora... O maçta santrfor oynayan genç, basketçi Can Bartu idi. Tam dört gol attı; üçü sayılmadı, biri sayıldı ve maçı Fenerbahçe 1-0 aldı. Gene de Bartu'nun gönlünde basket yatıyordu. Futbolu düşünmüyordu o dönemde... Çünkü ünlü bir milli basketçiydi.

O dönemde bütün arkadaşları Galatasaraylıydı. Kamil, Coşkun, Tayyar... Can Bartu, bu arkadaşlarıyla zaman zaman yedişer kişilik takımlar halinde yapılan minyatür kale maçlarında da yer alıyordu. Arkadaşları bir maçta Can'a Galatasaray forması giydirdiler ve Fenerbahçeli basketbolcu Can, Fenerbahçe'ye karşı Galatasaray formasıyla oynadı. O maçta Galatasaraylılar, Can'ın attığı 9 golle fark yaptı. Ancak maç tamamlanmadı, yarım kaldı. Kavga çıkmıştı. Galatasaraylılar hemen Baba Gündüz'e koştular. "Can diye bir çocuk var. Süper futbolcu. Beş bin lira verirsek onu Galatasaray'a alırız."

Ama Galatasaray'ın "Baba"sı Gündüz Kılıç, belki de tüm yaşamı boyunca Galatasaray için tek günahını işliyor ve bu beş bin lirayı verdirtmiyordu. Gerekçesi de şuydu: "Ben Can'ı tanıyorum. O futbol oynamaz. Çünkü basketbolu çok seviyor."

Fenerbahçeliler ise Gündüz Kılıç gibi düşünmüyorlardı. Özellikle B. Fikret namıyla ün yapan, yakın zamana kadar Fenerbahçe'nin başkanlığını üstlenen Fikret Arıcan... Can'a öylesine baskı yapıyordu ki, sonunda Can dayanamadı, futbol takımı için mukaveleye imzayı bastı. Artık hem basketçi hem de futbolcuydu. 

O dönemin en ilginç anılarından biri de aynı gün içinde hem Beşiktaş'ı, hem de Galatasaray'ı yakması olmuştu. Saat 14.30'da Mithatpaşa Stadı'nda yapılan futbol maçını 4-2 kazanan Fenerbahçe'nin iki golü genç Can'dan gelmişti. Akşama ise Spor ve Sergi Sarayı'nda Galatasaray'la basket maçları vardı. İlk kez radyodan anlatılan bir basket maçı... Eşref Şefik tarafından anlatılmıştı. Bu maçın bir başka "ilk" özelliği vardı ki, Fenerbahçe'nin soyunma odasına masör gelmişti. Mithatpaşa'daki çamur deryasından çıkan Can'a masaj yapmak için... Ve Fenerbahçe, o akşam Galatasaray'ı baskette yenmişti. Gündüz Beşiktaş'a iki gol atan Can'ın, akşam Galatasaray'a attığı basket sayısı ise 36 idi.

Ama gün geldi ki, basketbolle futbol bir arada yürümedi. Birinden birini tercih etmek zorundaydı artık Bartu... Küçüklüğünden beri basket aşkıyla yanan yüreği, artık "futbol" diyordu. Futbol...

Sonra büyüdükçe büyüdü, sahalara sığmaz oldu. Sığmadığı sadece sahalar değildi. Türkiye'ye de sığmadı. İtalyanlar çaldı bir gün kapısını Fenerbahçe'nin. Ünlü Macar futbolcu Hidegkuti'nin antrenörlüğünü yaptığı Fiorentina idi bu İtalyan kulübü... "Sizde bir çocuk var. Budapeşte'de Csepel'i 3-2 yendiğiniz maçta seyretmiştik. İşte onu istiyoruz. Adı 'Bartu" diyorlardı". 

Fiorentina istedi, Can istedi, Fenerbahçe pek istemedi Can'ını kaybetmeyi ama sonunda vermek zorunda kaldı. Sene 1961'di ve Türk futbolu iki büyük yıldızını İtalyanlara kaptırmıştı. Biri Can'dı, diğeri de Palermo'ya giden Kral Metin...

Metin'in İtalya serüveni fazla sürmedi, ertesi yıl döndü Galatasaray'a... Ama Can dönmedi. Fiorentina o yıl sonunda omuzundan ameliyat olan Can'ıVenezia'ya kiraladı. Bir yıl kiralık oynadığı Venezia'dan tekrar Fiorentina'ya döndü. Bir yıl daha oynadı ve sonra üç yıllığına Lazio'ya gitti.

"İtalya, yabancı futbolcular için cehennemdir" diyorlardı o zamanlarda... Dikiş tutturanlar iyi de, tutturamayanların sonu oldukça fena oluyordu. Can ise dikiş tutturan ender yabancı futbolculardan biriydi. Lazio'da çok güzel günler geçirdi. Unutulmaz maçlar oynadı. Hele bir tanesi var ki, hâlâ hatırlamadan edemiyor. 

Milan ile Lazio karşılaşıyorlar. Milan şampiyonluğa gidiyor, Lazio ise kümede kalma savaşı veren bir takım. Maç 0-0 giderken son beş dakikada ünlü San Siro Stadı'nı sis kaplıyor, göz gözü görmüyor. Hakem maçı tatil ediyor. Laziolular panik halinde çeviriyorlar hakemin etrafını... "Beş dakika daha oynardık. Niye tatil ediyorsun" diye... Ama hakem dinlemiyor.

İki gün sonra tekrarlanan maçta bu kez Milan 2-0 öndedir. Gene son beş
dakika ve gene müthiş bir sis... Hakem bu kez de tatil ediyor oyunu... Bu kez Milanlılar hakemin etrafındadır, "Beş dakika daha oynanabilir" diye... Üçüncü maç günlük güneşlik bir havadadır. Can Bartu o maçta Milan'ı, kendi deyimiyle "katlayıp gömlek cebine koymuştur." Bir gol atmış bir tane de attırmıştır.

"2-0", muhteşem bir sonuçtur Lazio için... O sırada Bartu, stadın saatine bakar. Beş dakika kalmıştır maçın bitimine... Milan'ı katlayıp gömlek cebine koymak yormuştur Bartu'yu... "Artık başka gol olmaz", der ve hocasına işareti verir, elini kolunu sallaya sallaya saha dışına çıkıp soyunma odasına doğru ilerlemeye başlar. O sırada kulübede oturan antrenör fırlar yerinden... Birsigara yakmıştır. Bir elinde de pardösü vardır. Pardösüyü koyar Can'ın sırtına, sigarayı da eline tutuşturur. Türk futbolunun yıldızı Can Bartu, San Siro Stadı'ndan sigarasının dumanını havaya savura savura çıkmaktadır. San Siro, San Siro olalı böyle bir görüntüye şahit olmamıştır. O günden bu yana geçen 23 senede de olmayacaktır, bir daha.

Bartu, altı sene sonra tekrar döner Türkiye ve Fenerbahçe'ye... Üç yıl daha top koşturur sahalarda... Unutulmaz Manchester City maçının başmimarı Can Bartu'dur. O gün deli etmiştir İngilizleri... Deli olanların başında da o dönemde Manchester City'i çalıştıran, daha sonraki yıllarda da Türkiye'ye gelip Galatasaray'ın antrenörlüğünü yapan Malcolm Allison vardır. İngiliz futbolunda "Big Mal" diye ün yapan Allison... 

Maçın bitimine 14 dakika vardır ve Fenerbahçe 2-1 öndedir. Koskoca Manchester City kupaya veda edecektir 14 dakika sonra. Big Mal'a göre 14 dakika uzun bir zamandır, bir gol atabilirler... Ama sahada Can Bartu olmasa... Çünkü Can taç atmaktadır. Santra çizgisinde başlamıştır taç atmaya... Ancak tacı attığı arkadaşına şunu söyler: "Sakın stop edipdöneyim deme, kafayla gene bana pas ver..." Tacı atar, pası alır, topu sol ayağında tutar. İngiliz futbolcusu hışımla girer ayağına, o zıplar, top gene taca çıkar. Böyle böyle santra çizgisinde başladığı taç atışları serisi, İngilizlerin ceza sahası hizasına gelir. O sırada Allison fırlar kulübeden, hakeme bağırır: "Bu adam benim takımıma top oynatmıyor. Vakit geçiriyor." Hakem açar ellerini iki yana: "Ne yapayım" der. "Yaptığı şeyler, oyun kurallarına uygun." Son 14 dakika böyle geçer ve Fenerbahçe böyle eler, Manchester'i...

1970 senesi, Bartu'nun futbol sahalarına veda selamı verdiği yıl olur. Bir
sıcak temmuz gününün akşamı, o zamanki adıyla Mithatpaşa Stadı'nda yapılan jübilede Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı oyuncular Can'ın son maçını oynarlar ve "Elveda futbol" der Can...

Ama "Elveda" dediği futbol, sadece sahalarda oynamayacağı içindir. Futbolla bu kadar haşır neşir olan, ülke futboluna adını altın harflerle yazdıran Bartu, futboldan tamamen kopmayacak, kendini futbol yazarlığına verecektir. Ve ülke futbolcuları için harcayacaktır artık bilgisini...

Bugün ülkede futbol oynayanların çoğu Can'ı, futbolculuk devrinden tanımıyor. Çünkü hepsi küçücüktü o futbol sahalarında eserken... Ama "en beğendikleri spor yazarı" nı söylerken "Can Bartu" diyenler var. Bu da Bartu'nun bambaşka bir alanda, futbolu bıraktıktan seneler sonra zirveye çıktığının kanıtı...

Dünün star futbolcusu, bugünün önde gelen spor yazarlarından Can Bartu,
Erkekçe'nin sorularını cevapladı:

- Siz Türk futbolunda son yıldızlardan birisiniz. Siz de futbolu bıraktıktan sonra yıldız futbolcu pek çıkmadı. Bunu neye bağlıyorsunuz?
- Bugün futbolumuzda yıldız çıkmaması son derece doğal... Muhtelif sebepler var ama en önemlisi, antrenörlerin futbolcular üzerindeki tercihleri... Yani her zaman Türkiye'de güreş eden, mücadele eden, tekme, sille rakibe giren futbolcu tercih edildi, bir "kondisyon" lafı çıktı ve aynı düzeydeki teknik oyuncuya şans verilmedi.
- Bir örnek verebilir misiniz? Örneğin Arif'in Fenerbahçe'deki durumu?
- Arif diyemeyiz. Çünkü tamamen ayrı. Arif'in tutumuyla Fenerbahçe'nin
tutumu arasında çok farklar vardı. Ben genelden bahsediyorum. Arif kondisyonsuzluğundan, iyi mücadele edemediğinden değil, yaşantısından dolayı oynatılmamıştır. Çünkü sahaya hiçbir zaman yorgun, bitkin çıkmamıştır. Kendini bulamadı, o kadar. Ama genelde kondisyon lafı çıktı ortaya... Bu nedenle de, daha yıldız olabilecek futbolcular bir kenara itildi. Aslında bugün tüm dünya yıldız futbolcu sıkıntısı çekiyor. Almanya, Hollanda... Bu İtalya'ya da sıçradı.
- Yeni gelişen sistemlerin rolü var mı bunda?
- Hayır. Stop etmenin, pas vermenin, sahada aklını kullanmanın zamanı ve sistemi yoktur. Sistemler, starlara göre kurulur. Brezilya 1958 senesinde 4-2-4 oynamışsa, bunu oynayacak elemanlara sahip olduğu içindir. Avrupa
bunu beceremediğinden, eldeki adamlarıyla ancak 4-3-3 oynayabileceğinden, orta sahaya bir adam fazla sürerek yeni sistem geliştirmiştir. Yani futbol öyle oyun ki, starlar olmak zorunda... Futbol adına güzel şeyler verebilmek ve maçı kendi lehinize çevirebilmek
için. Misal İtalya... Yıldızları topluyor. Şimdi Avrupa oyun sistemini değiştirdi tamamen. Hollanda bundan evvel böyle oynamıyordu, çünkü elinde Cruyff, Rep, Haan, Keizer gibi süper adamları vardı. Şimdi yok. Macaristan öyle... Almanya, 1974'teki Almanya değil... Müller'i, Beckenbauer'i, Netzer'i, Overath'ı yok şimdi... O takımda bek oynayan ve hiç adı sanı geçmeyen biri 1982'de ilerlemiş yaşına rağmen star olarak temayüz etmişti: Paul Breitner... Yıldız her şeyi çözebiliyor. Tribüne seyirci çekiyor, maçın neticesini değiştiriyor. Futbol adına güzel ve zevkli şeyler yıldızlardan geliyor. Ama Türkiye'de yıldız çıkmıyor. Neden? Bir idareci fonksiyonu var ülkede... Bugün ülkede idareciler, politik yatırım içindeler. Kendi popülariteleri peşindeler... Yani yıldız yetiştirme şansına en az sahip olan ülke Türkiye... Hiçbir altyapıya sahip değil. Bugün Almanya'da yıldız olmayabilir ama çıkacaktır. Kısa vadede çıkacaktır. Hollanda'da, Macaristan'da çıkacaktır. Çünkü sistem buna gebe...
- Yalnız bu, Türkiye'nin bugünkü özelliği değil ki... Altyapı sorunu, idarecilerin politik tutumu... Sizlerin zamanında fazla olarak ne vardı ki, siz çıktınız?
- Haa, onu anlatayım. Bizim dönemimizdeki idareci, oyuncusunu ve kulübünü daha çok seven adamdı. Bugün ise kulübün adını kullanarak kendi iş hayatı için zemin hazırlayan adamlar var. Bizim dönemimizde Fenerbahçe'nin 7 tane genç takımı vardı, çoğu futbolcu da ordan yetişti. Bugün sahayı genç takıma vermiyorlar, "çimler bozulur" diye... Demek ki 1945'lerde, 40'larda, hatta 1938'lerde kulüpler çok daha iyi idare ediliyormuş.
- Siz 1961 senesinde İtalya'ya gittiniz... Yani 25 sene evvel... O dönemin İtalya'sını anlatır mısınız? Yönetim olarak, devlet politikası olarak... Spor neydi italya'da? Bugün ne?
-İtalya'da devlet bu işe karışmaz. Yöntem şu... Menajeri vardır kulübün.
Futbolcu alışverişini yapar. Dünyadaki en perfekt (mükemmel) düzen budur.
Çünkü İtalya'da profesyonellik tüm kurallarıyla yerleşmiştir. Almanya onların yanında biraz amatör kalır. İngiltere işi disiplinle götürülüyor. İtalya bir yerde Akdeniz ülkesi... Yani insanı, en az disipline edilebilecek insan tipi... Buna rağmen en fazla disipline olan futbolcu, İtalya'dadır. Düzeni,
prim sistemi... Genç takımları vardır, A takımlar gibi prim ve maaş alırlar. Masörleri, doktorları ikişer tanedir. Bütün profesyonellikleri içinde altyapıyı dışlamazlar. Dışlamaları da mümkün değil zaten... Gelecekleri ona bağlıdır çünkü... Gelirleri de... Oynatmaz, satarlar hemen.
- O dönemden bu yana ne aşama gösterdi İtalya?
- Sistem oturduktan sonra aşama gösteremez. En fazla isimler değişir. Mazzola gider Rossi gelir, Rossi gider, Altobelli gelir. Sistem oturmuş bir kere... İtalya'da federasyon, bütün kulüplerin hakimidir. Federasyon kulüplerden; kulüpler de oyunculardan sorumludur. Mesela futbolcu maaşını alamamışsa bunu federasyon öder. Ya da pirimini... Kulüp, maaşı, primi veremiyorsa federasyon o kulübe denetleyicisini gönderir. Ve İtalya'da hiçbir kulüp kendi zevkine göre transfer yapamaz, maddi imkânlarına göre yapar. Geçenlerde okuduk, Verona'yı denetlemişler ve idare heyetini feshetmişler. Burda federasyon başkanı futbolcu için demeç verir, orda kim olduğunu bile bilmezsin, işi bu değildir çünkü. Pazar günü sahadan atılan, (İtalya'da bütün maçlar pazar günü oynanır) aynı gün Federasyon tarafından TV ve radyo kanalıyla duyurulur. İki kere atılan maaş ve piriminin yarısını, dört defa atılan tümünü federasyona verir. Yani kimse kendi zevkine göre hareket edemez. Kuralları konmuştur. Milano'daki maaş başkadır, Roma'daki başka... O şehrin geçim standartma göre
belirlenmiştir. Futbolcu maçı kazandığı takdirde primini alacağını bilir, güvencesi vardır. Burdaki gibi idarecinin keyfine kalmış değildir primin miktarı ve veriliş zamanı... Yani futbolcunun tüm sorunları halledilmiştir, zaten önemli olan da sahadaki adamın en az problemli şekilde o sahaya çıkması değil mi? İtalya'da hemen hemen hiçbir problemi yoktur futbolcunun.
- Siz ilk zamanlar zorluk çektiniz mi?
- Tabii. İnsan alışmakta zorluk çekiyor. Bir kere tamamen profesyonellik anlayışı var. Ben giderken, hele o dönemde arkadaşlık ön plandaydı burda. Bir arkadaşının cebinde para var, sende yok, hadi bir yere gidiyorsun, o çekiyor parayı... Orda tamamen işçi ve işadamlığı giriyor işin içine... Ama bugün Türkiye de yavaş yavaş değişiyor. Artık paranın mana ve ehemmiyeti anlaşılıyor Türkiye'de. Benim zamanımda böyle şey yoktu.
- Ne vardı?
- Maç kazanırsan 250 lira, maaş 500 lira...
- İtalya'ya transferiniz nasıl gerçekleşti?
- Beni, gelip seyrettiler, beğendiler.
- Seyretmeye geldiklerini biliyor muydunuz?
- Söylemişlerdi.
- Heyecanlandınız mı?
- Yoo... Hayır. Zaten benim bir özelliğim vardır. Basket oynarken de, futbol oynarken de hiçbir maç öncesi heyecan duymadım. İsterse en önemli kupa maçı olsun, heyecanlanmadım. Hatta zevk aldım öylesi maçlardan. Seyirciden, rakipten, ortamdan zevk aldım.
- Transferinizi kim sağlamıştı?
- Hidegkuti... O sıralarda Fiorentina'yı çalıştırıyordu. Ben de daha evvel Macaristan'da Csepel maçı oynamıştım. O maçtan sonra Macar futbolunun üç ünlü ismi Hidegkuti, Lantoş ve Groşic soyunma odasına beni tebrik etmeye gelmişlerdi. Bu da anlayış farkı işte. Bizim de çok ünlü starlarımız olabilir, ileri gitmiş olabiliriz, ama gidip de Endonezyalı bir futbolcuyu burda iyi oynadı diye tebrik etmeyiz. Bunu verememişiz futbolcumuza... Bu aileden, cemiyetten gelen bir şey...
- Sizin lakabınız "Sinyor"... Bu, İtalya'da oynadığınız için mi takıldı size?
- Evet. Çünkü İtalya'ya gitmeden önceki lakabım "Baron" idi.
- Neden Baron?
- Bilmiyorum. Belki temiz giyinmemden ötürü... Belki de maçlarda fazla çamurlanmazdım. Çok aşırı bir çamurla mücadele ederdik biz. Ama ben çok az çamurlanırdım. Tertemiz bitirirdim maçı...
- Demek lakaplarınız Baron ve Sinyor...
- Sinyor İtalyancada bay demek. Bay Can Bartu...
- Ama Türkiye'de "bay" anlamında değil de, zarif ve modaya uygun giyinmenizden deniyor size...
- Evet. Çok temiz ve modaya uygun giyinirim. Jantiyimdir yani. Bir de futbolu çok zarif oynardım. Sinyor lakabında bunların rolü de çok büyük.
- Kendi döneminizde futbolcunun seks hayatı nasıldı?
- Ben İtalya'ya gittiğim zaman şunu öğrendim ki, futbolcu kendine baktığıtakdirde çok para kazanır, bakmadığı takdirde az... Bugünün futbolcusuTürkiye standartlarında müthiş para kazanıyor. İşçi-memur ücretleriyle kıyaslanırsa müthiş para... Başka iş yapsalar bu parayı kazanmaları mümkün
değil. İşte profesyonelliğin temel noktası bu... Ben futbolculuğumdan en ciddi şekilde ne kadar fazla para kazanabilirim? Haa, bizim ülkede futbolcu gece hayatına düşkün de olsa, aşırı suistimalleri de olsa çok para kazanabilir ama bu kısa ömürlü olur. Türkiye'de futbolculuk bir meslek olarak kabul edilmiyor. Bir eğlence... Eğlencenin yanında da para kazanılıyor. Ve popüler olunuyor. Bu da dışarıdaki yaşantısına yansıyor. Tabii ki futbolcunun seks hayatı olacak ama kendini bilecek o adam. Ben şunu anlamıyorum. Bir kadınla beraber olmak için sabaha kadar diskolarda, gece kulüplerinde vakit geçirmenin ne anlamı var? Yani benim anladığım manada bu çapkınlığa, zamparalığa da girmiyor. Eğer o kadına karşı gücün varsa, zaten o saate kadar orda oturmaz, gider kendi evinde oturursun. Orda oturmanın manası ne? Bu iş değil ki!.. Belki de asıl sebep becerememektir, bilemiyorum. Yani bu bir plan, bir şahsiyet, bir karakter içinde olur. Biz futbolcularımıza bugünden bu terbiyeyi vermeye başlarsak, altyapıyı kurarsak belki 30 sene sonra Avrupa anlayışında futbolculara sahipolabiliriz.
- Belli bir yaş olgunluğuna kavuştuktan ve futbolu bıraktıktan sonra böyle konuşmak kolay. Siz kendi futbolculuk döneminizde bunları yapıyor muydunuz? Kendinize bakıyor muydunuz?
- Mecburen. Çünkü gururumuza biraz fazla düşkündük. Şöyle düşkündük.
Benim zamanımda televizyon yoktu. Stadın kapıları da 11'de kapanırdı. Giremeyenler maçtan sonra sorarlardı bize... "Ne yaptınız?" diye... "1-0 kazandık"... "Nasıl", "Penaltıdan gol attık"... "Yahu şunlara bak, penaltıdan gol atmışlar, onunla övünüyorlar. Bunu mu anlatıyorsunuz bize" derlerdi. Yani penaltıdan gol atmak önemli bir şey değildi. Marifet değildi. "Metin, penaltıyı gole çevirdi" Basit gelirdi herkese... Yenildiğimiz zaman ise mahalleye girmeye utanırdık. Birisi "Ayıp değil mi" falan diyecek diye, sokağa çıkamazdık. Böyle bir şeye muhatap olmayalım diye... "Bunlar yenilmişler" çok küçük düşürücü bir laftı bu, bizim için. Bir futbolcu gururuna düşkünse takımına da düşkündür zaten. Çünkü gururunu koruyan, takımını da koruyabilir.
- O halde eğlenceleriniz, yendiğiniz, insan içine çıkmaya yüzünüz olduğu zamanlarda yapılıyordu...
- Valla bizim zamanımızda pek öyle eğlence meğlence yoktu. Bazı kulüplere azaysan giderdin. Moda kulübü gibi falan... Eşin, ya da nişanlın, ya da flörtünle bir yerde yemek yerdin. Veyahut gider, erkek erkeğe bir yerde otururdun. Bugünkü kadar serbest değildi Türkiye... Diskotekler, gece kulüpleri yoktu. Birisi gördü müydü, normal de karşılanmazdı zaten.
- Ne zaman evlendiniz?
- İtalya'ya gittiğim sene...
- Yani 16 yıllık futbol hayatınızın 8 yılı bekâr, 8 yılı evli olarak geçti. Bekâr futbolcuyken seks hayatınız...
- Elbette... Ama bir mantık çerçevesinde olurdu her şey. Kendi kendine olurdu. Bu konuda hiç problemim olmadı.
- Devrin en ünlü futbolcusu olduğunuza göre, peşinizde birtakım kadınlar vardı muhakkak...
- Öyle diyorlar. Ama benim bundan pek haberim olmadı. Önemli olan benim haberimin olması, değil mi?
- Ulaşamıyorlar mıydı size?
- Kim bilir. Belki de o zamanki kafa yapımız farklıydı. Biz evvela futbolu, maçı nasıl kazanacağımızı düşünürdük. Bir boş zamanımızda da flört olayları oluyordu tabii... Şahsen benim böyleydi. Ama başka türlü yaşayan arkadaşlarımız da vardı. Bu, tabii yetişme tarzıyla ilgili... Pavyondaki artistlerle arkadaşlık yapanlar da vardı. Ama şahsen ben zevk almıyordum. O tür futbolcular vardı ama onlar da bir adap içinde yaparlardı bunu. Hep futbol vardı ön planda olan... Seks, hiçbir zaman futbolun önüne geçemedi.
- Bugünün futbolcusunda durum nasıl?
- Bilmiyorum. Seks ön plana geçiyorsa hata... Hiçbir zaman geçmemeli Çünkü ileride maddi imkânı daha iyi olacak, toplumda bir yeri olacak, spor tarihimizde yeri olacak, şöhretli şekilde bırakacak. Ondan sonra istediği kadınla beraber olabilir.
- Siz futbol oynadığınız devirde kendinize iyi baktınız mı? Bugün geriye dönüp baktığınızda "Ben profesyonel futbolcuya yakışır şekilde yaşadım" diyebiliyor musunuz?
- Şöyle söyleyeyim. Yaptığım her işte kurallara uydum. Top oynuyorsam, onun icap ettirdiği şekilde yaşadım. Bazı zırvalamalarım olmamış mıdır? Olmuştur. Ama çok azdır.
- Kumar düşkünü olduğunuz söylenir?
- Hayatımda futboldan başka hiçbir şeyin tutkunu olmadım. Oyun oynamayıseverim. Ama bu hiçbir zaman kumar boyutunda değildir. Elbette ortada bir para döner ama ne beni, ne de oynayan arkadaşımı sarsacak nitelikte
değildir. Ömrüm boyunca bir kez dahi antrenmana geç gelmedim, çıkmamazlık etmedim. Kampa geç kalmadım. Kendine bakmak buysa, baktım yani...
- Lefter'den sonra takımı siz yapıyormuşsunuz?
- Yalan. Dedikodu. Ne Lefter yapardı takımı, ne ben... Çünkü beni enterese
etmez. Zaten yapı itibariyle o tür bir adam değilim. Sorarlarsa fikrimi
söylerdim. Ama istesem takımı ben yapabilirdim o dönemde. Çünkü Fenerbahçe'de o gücüm vardı. Ama bu benim, işim değil. Bu, böyle bir işten
kendine paye çıkaracak kadar küçük adamların işi...
- Tek ayaklı futbolcuymuşsunuz?
- Öyle derler.
- Ne demek bu?.. Gerçek değil mi?
- Değil. Çünkü ben futbol hayatımın en güzel gollerini hep sağ ayağımla atmışımdır. Tamam, sol ayağımı daha fazla kullanırım. Küçükken A takıma geldiğimden ve ilk geldiğimde de alerjiyle karşılandığımdan güçlü tarafıma yüklendim hata yapmayayım diye. Ama ben sağ ayağımla pas da veririm, gol de atarım. Ne var ki sol ayağım her iki ayağımın işini yaptığı için pek lüzum hissetmiyordum sağ ayağımı kullanmaya...
- Günümüzde tek ayaklı futbolcu kalmadı gibi...
- Öyle diyorsunuz ama sol ayağıyla topu dürtemeyen futbolcu çok. Adam sağ ayağıyla oynuyor da o ayağıyla bile doğru düzgün vuramıyor. Tamam, işin fevkaladesi iki ayak ve kafayı kullanabilmek. Ama Pele için çok kuvvetli sol ayağı var, diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Çünkü adam sağ ayağıyla her işi yapıyor. Puskaş'a "Sağ ayağın niye yok" diye sorabilir miyiz? Roma'da sordular. Olimpico Stadı'nın açılışında iki gol attı. Maçtan sonra sordular: "Siz dünyanın en ünlü futbolcususunuz. Ama hiç sağ ayağınız yok." Puskaş cevap verdi: "Bir de olsaydı ne olurdu bugün haliniz? Yani sol ayağım yetişmiyor mu? Bir de sağ ayağımın olmasına ne gerek var ki?" Eğer sol veya sağ ayak çok önemli şeyler yapabiliyorsa, ama pozisyon geldiği zaman da az kullanılan ayak kullanılabiliniyorsa tamamdır. Biz hep nitelik ararız. Nitelik aramak kolay. Ama biyonik adam istemektir nitelik aramak. Futbol zekâ ve kıvraklık işidir. Mesela Platini sağ ayağıyla oynuyor, Brigel de sol ayağıyla... Şimdi bu adamları "tek ayaklı" diye oynatmayalım mı?
- Bugün 25 yaşında olsaydınız günümüz futbolunda gene Can Bartu olabilir miydiniz?
- Tabii... Çünkü artık yıldız yetişmiyor. Bunların arasında star olmak kolay.
Üstelik televizyon da var. Daha da popüler olma imkânı var. Benim zamanımda herkes yıldızdı. Onların arasından star olmak zor işti. Bugün beş metre yukarıdan atılan bir şut alkışlanıyor. Bizim zamanımızda yarım metre yandan ya da üstten gitti mi alay ederlerdi. Herkes ustaydı.
- Yıldız çıkmamasında sizlerin de, yani eski yıldızların da payı var mı? Mesela siz bir futbolcu yetiştirmeyi hiç düşündünüz mü?
- Hayır. Çünkü bu benim işim değil. Menajer işi... Ama Türkiye'de menajerler umumiyetle onun bunun adamı, ya da ona buna sempatik gelen adamlar.
- Siz sokak arasında bir yetenek görseniz, alıp yetiştirmez misiniz?
- Bu tamamen yanlış bir şey. Ben bu işle uğraşmıyorum ki.
- Bildiklerinizi öğretseniz?
- Bu da tamamen yanlış. Futbolcuya sadece sahada zeki olması öğretilebilir. Bir adam topa vurmayı bilmiyorsa, yani doğuştan yeteneği yoksa bunu çalışmayla yüzde 20 artırabilirsin ancak. Ama temelden bir yetenek olması lazım. Futbol bir incelik, bir zekâ işidir. Her şeyin zekâsı da ayrı... Futbol zekâsı bambaşka bir şey.
- Yani sosyal yaşamında aptal olan biri futbol sahasında çok zeki olabilir, diyorsunuz.
- Gayet tabii... Örneğin Brezilya'nın unutulmaz sağaçığı Garrincha... Yedi yaşındaki bir çocuğun zekâsına sahipti ama futbol alanında süper zeki bir adamdı. Yani futbol zekâsı öğretilecek bir şey değil.
- Bugünün futbolunda beğenerek seyrettiğiniz, bu adam bizim devrimizde olsaydı, biraz da çalışsaydı, star olabilirdi, diyeceğiniz bir adam var mı?
- Yok. Sadece kaleci olarak Simoviç'i beğeniyorum ama o da şişirildiği kadar star bir adam değil. İyi kaleci, hepsi o...
- Peki sizin devriniz yıldızlarını tekx tek anlatır mısınız?
- Anlatayım. Turgay Seren: İyi kaleciydi, popülerdi. Çok uzun süre oynadı. Ama Berlin maçı dışında pek dilden dile, dolaşan maçı olmadı. 20 yıllık uzun kalecilik döneminde bir başka Berlin maçı olmaması düşündürücü... Ne var ki iyi kaleciydi, iyi kaleciydi ama bir Özcan Arkoç değildi. Lefter süper bir kabiliyetti, olağanüstü bir futbolcuydu. Ama o denli de egoistti.
Kalitesi tartışılmazdı ama bu bilgileri takım için değil, kendi için kullanırdı. Gene de o ayarda bir futbolcu gelmedi Türkiye'ye... Metin ise ülkenin gelmiş geçmiş en büyük golcüsü... Hareket halindeki toplara çok iyi vururdu ki, bu çok önemli bir meziyettir. Duran topa herkes vurur. O, göğüs hizasında gelen topa bile akrobatik hareketlerle vururdu. Ama büyük golcülükle yıldız futbolculuk farklı şeyler. Müller de süper golcüydü ama takımda Overath, Netzer, Beckenbauer gibi büyük teknisyenler, starlar vardı. Kimse Müller için Beckenbauer'dan daha iyi futbolcu diyemez. Yani meziyetleri bakımından futbolcuları ayırmak gerek. Beşiktaşlı Ali İhsan Karayiğit süper adamdı. 1965-80 yılları arasında Beckenbauer'ın Avrupa'da oynadığı futbolu, o, 1950'lerde Türkiye'de oynadı. Rahmetli
Mehmet Ali Has da Lefter gibi süper bir adamdı ama o da Lefter gibi egoistti.
- Diğerleri, örneğin Kadri Aytaç, İsfendiyar Açıksöz, Suat Mamat, Ergun Öztuna, Özcan Arkoç... Cemil Turan, Yasin Özdenak, Yusuf Tuna, Ali Artuner, Recep Adanır, Fatih Terim...
- Kadri tipik orta saha adamı... Çalışkan, teknik, mücadeleci. Birinci sınıf futbolcu... Suat komple bir adam... Hem defans yönü, hem de golcülüğü var. İsfendiyar ise bir orta saha oyuncusu için ideal sağaçık. Ben en keyifli maçlarımı İsfendiyar'la oynadım. İyi bir orta saha adamı. Onunla karşı takımı çökertebilirsiniz. Gördüğüm en iyi sağaçık... Ergun ise, nam-ı diğer Puskaş Ergun, futbolcu olarak çok büyük olması bir yana, takım oyununda da çok önemli bir adam... Takımın beyni... Özcan Arkoç gördüğüm en iyi kaleci... Bunu da Avrupa Kupası'nda final oynamakla gösterdi. Hamburg'un kalesini senelerce korudu. Cemil iyi bir takımda çok iyi bir kontratak oyuncusudur. Güçlü bacakları ve kısa mesafedeki deparlarıyla iyi futbolcudur, golcüdür. Yasin iyi kaleciydi ama büyük kaleci değildi. Daha büyük olan Göztepeli Ali Artuner'di. Beşiktaşlı Yusuf ise büyük teknisyendi. Ama fizikman yetersizdi. Bilemiyorum, belki de küçük yaşlardan gelen beslenme yetersizliğinden olabilir. Yusuf'un teknisyenliği tartışılmaz ama bu teknisyenliğini senelerce verememişse o tartışılır. Gördüğüm en büyük yıldızlardan biri de Recep Adanır'dı. Mükemmel depar atar, nefis hareketler yapardı. Fatih Terim'e gelince, muhakkak iyi futbolcuydu ama şöyle düşünün. Bir adam, Galatasaray gibi bir takımda 12 sene top oynuyor ve Galatasaray onun oynadığı bu 12 senede bir kez dahi olsun şampiyon olamıyor. Süper star bir adam takımını şampiyon yapmalı bence...
- Ya Can Bartu?
- Ben star futbolcuydum. Zarif ve zeki oynardım. Zevkle seyrederlerdi beni...
- Ama derler ki, kendi zevkine göre oynardı. Takımdaki 10 kişiyi yok sayardı. O pazar günü zevk almak için top oynamaya çıkmış biri gibi oynardı topu... Bir hafta seyrine doyum olmazdı, ertesi hafta tahammül edilemezdi.
- Bence yanlış. "Döküldü" dedikleri maçta bile bir-iki göze hoş gelen şeyler yapmışımdır. En azından iki tane gollük pas vermişimdir. O paslar gol olarak değerlendirilememişse, ben de kötü olarak görünmüşümdür. Star futbolcu, en kötü oynadığı maçta bile "futbolcu" olduğunu belli eden bir-iki hareket yapar.
- Siz egoist değil miydiniz?
- Bunu kimse diyemez. Üç gol atılmışsa ikisinin pasını ben verirdim. Egoist adam pas vermez, golü kendi atmayı düşünür.
- Sizin için kendini beğenmiş derler.
- Olabilir. Dünya yüzünde kendini beğenmeyen adam yoktur. Ben de öyle olabilirim. Ama bu, hiçbir zaman karşımdakini küçük görme şeklinde tezahür etmemiştir.
- Gazeteciliğe futbol sonrası başladınız, değil mi?
- Yok. Ben gazeteciliğe futbolla birlikte başladım. 1956 senesinde Akşam gazetesinde Doğan Koloğlu ile birlikte başladım. Futbolu bıraktıktan sonra Namık Sevik'in ısrarıyla iyice işin içine girdim.
- Bugün iyi spor yazarı olarak geçiyorsunuz. Bunu neye borçlusunuz?
- Şimdi öncelikle ben fanatik değilim. Objektif olarak yazı yazıyorum. Yazarken de futbolcuya bir şeyler vermek istiyorum. Yani futbolcuyu eleştirdiğim vakit, onun aksini yaptığında parlayacağına inandığım için yapıyorum eleştirimi... Muhakkak ki, müstesnaları hariç, top oynamış bir adamın kaçan golü eleştirmesiyle, hiç oynamamış adamın eleştirmesi aynı olamaz. Çünkü ben yaşamışım. Topun gelişini, kimden falso aldığını, yere vurunca ne olduğunu, o anda defans oyuncusunun vücut temasını... Bunlar görerek değil, yaşanarak hissedilen şeylerdir. Top oynamamış adam için o sadece kaçan bir goldür, o kadar. Bir de her oynayan, görüp hissedecek diye bir kural yok tabii. Ben hiçbir zaman peşin hükümle hareket etmem. Karakterim bu... Rahatsız olurum. Takımlarına bir şey vermeyen ama vermek zorunda olanları eleştiririm. Mesela bir Rıza örneği var. Eskiden topu alır, ekseni etrafında döner ve sağbekine pas verirdi. Bu, futbol değildir. Kaçan adama top atmamak cinayettir. Adeta şikedir. "Bak, ben seni kötü yakaladım. İstesem golü atardım. Ona göre haa" demektir. Sağbekine pas vererek belki topu kaybetmiyorsun ama değerlendiremiyorsun da... Bugün Rıza, topu aldığında önce hücumu düşünüyor. Daha bir futbolcu kişiliğine büründü.
- Spor basınımızın size göre eksiklikleri nelerdir?
- Spor yapmamış, yeni gelmiş küçük çocuklara maç tenkidi yazdırmak... Bir de benim garipsediğim bir nokta var. Maçın tenkidi, gazetenin inandığı bir otorite tarafından yapılıyor. Gazete ona inanmış ki, ismini, resmini koyuyor. Yani "bu adam önemlidir" diyor. Aynı gazetede maçın kritiğini yapan, otoritenin yazdığına ters düşüyor. Bunun içinden çıkamıyorum. Maçla beraber kritiği yazan otorite yazsın bunu... O küçük çocuk da, dakikaları yazsın sadece... Cümlelerinin arasına yorum katmadan.
- Bir özelliğiniz de genellikle maç sonuçlarını doğru tahmin ediyorsunuz. Bazen maçın son 25 dakikasında "Artık gol olmaz" diye gidiyorsunuz. Bazen de 90 dakika bekliyorsunuz, son dakikalarda gol oluyor. Bu oyun okumayı neye borçlusunuz?
- Hem tecrübeye, hem de bilgiye bağlı bir şey bu... Saha içindeki futbolcunun oyununu kendi içimde gibi hissediyorum. Görüyorum onu, ne yapmak istediğini, ne yapabileceğini... Karşı takımın alacağı tedbirlerin geç olduğunu, erken olduğunu, zamanında olduğunu... Çünkü ben oynadım, yaşadım.
- Sizin gördüklerinizi kenarda oturan teknik adamlar göremiyorlar herhalde...
- O kulüplerin sorunu...
- Yani siz teknik adam olsaydınız...
- Onu bilemem. Öyle bir iş yapmadım. O nedenle teknik adam olsaydım ne olurdu bilemem. Belki bugün gördüklerimi göremezdim. O başka bir iş çünkü.
- Hiç şikeye şahit oldunuz mu?
- Ben olmadım. Sadece bir sene Eskişehir şampiyonluğa gidiyordu. Bize Galatasaray'ı yenelim diye 2500 lira teşvik primi verdiler. Biz maçı 1-0 kazandık. Ben o maçta oynamadığım için kabul etmedim bu parayı. Bu şike değildir. Ne var ki, Türkiye'de şike yapıldığına inanıyorum. Bal gibi yapılıyor, özel adamlar var bu iş için...
- Futbol Federasyonu'nu nasıl görüyorsunuz?
- Sormayın Allah aşkına... Atletizm yapmış biri Futbol Federasyonu başkanı oluyor. Sonra da "Menajerlik müessesesine inanmıyorum" diyor. Bütün dünya inanmış da, Oflas Bey inanmıyor. Niye futboldan gelme bir adam olmaz federasyon başkam?.. Bizim zamanımızda Hasan Polat, Orhan Şeref Apak vardı. Şimdi hiç mi yok yani... Konuşmayalım bile. Spor, okullara girmeli... Ancak öyle kurtulur. Amerika'da talebelere spor yaptıkları takdirde burslar veriliyor. Tüm iyi sporcular üniversiteden çıkıyor. Burda spor yapana "Bu okumaz" deniyor. Okullarda haftada bir saat beden eğitimi dersi var. O da kılık kıyafete bağlı... Siyah şort, beyaz ayakkabın varsa geçiyorsun. Yoksa, havada 12 parende atsan kalıyorsun. Dert çok yani.
- Hakemler de bir dert mi?
- Türk hakemlerinden bir isteğim var. Saha içinde müşfik olmaları... Zart, zurt despotluk olmaz. Şefkatine futbolcu inanmalı... "Sahanın hakimi benim" diyorlar. Hayır, sahanın hakimi futbolcudur. Tribünleri dolduranlar, hakemi değil, futbolcuyu seyretmeye gidiyor. Hakem hakim değil, idare eden adamdır. Oyunu idare edecek, güzel olmasına katkıda bulunacak ve çok kötü gördüğü şeyi cezalandıracak. Bir hakem oyunun içinden ne denli kaybolursa, oyunu o denli iyi idare ediyor demektir. Bu yılki Fenerbahçe-Göteborg maçını yöneten İngiliz hakem gibi. Hem şefkatli hem otoriter.
- Demin "Biz yenildiğimizde insan içine çıkamazdık" dediniz. Bugünün futbolcusu böyle düşünmüyor. Özellikle Almanya'dan gelenler... Erhan, İlyas, Erdal gibiler... "Avrupa'da maç kaybetmeyen takım yok ki... Önemli olan maç içinde elinden geleni ortaya koymak. Ama yenersin, ama yenilirsin. Maçtan sonra eğlenmek hakkımdır" diyorlar...
- Valla bizimkiler profesyonelliğin bu yönünü tam olarak uygulamaya kalkıyorlar da, nedense işlerine gelmeyen yönlerini uygulamıyorlar. Tamam, doğrudur. Her takım maç kaybeder. Ama maçı kaybettikten sonra, kazanmış gibi diskolarda eğlenemezsin. İçinden gelmez. Bilemedin, akşam yemek yemeye çıkarsın. Hani, kederden de içerim, neşeden de mantığı bu... Yenilince üzüntüden eğleniyorlar (!) herhalde...
- Futbolu bıraktıktan sonra spor yazarlığının dışında futbolla ilgilenmediniz. Neden? Mesela Fenerbahçe idare heyetinde görev almayı hiç düşündünüz mü?
- Ben olursam başkan olurum. Onun da şartları belli.
- Nedir şartlarınız?
- Çok basit. İki şartım var. Birincisi, teknik direktör imza yetkisine sahip olacak ve futbolcu maaşını, primini onun imzalayacağı çekle bankadan alacak. Parasını almak için idarecilerin yazıhanelerine gitmeyecek. İkincisi de, "kimse Fenerbahçe'ye borç veremeyecek. Para veren hibe edecek."
- Bu şartları kabul etmezler mi?
- Edemezler. Bu, Avrupa'da uygulanan çağdaş sistem. Türkiye'de henüz o anlayışta hiçbir kulüp yok ki, Fenerbahçe olsun.